Türkiye’de yaşamanın zorluğu; haksızlığa uğramak, yok sayılmak, mahalleden devlete kadar uzayan süreçte, kendimizi gerçekleştirmenin zorluğu. Öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki; kim olduğumuz, ne yapmak istediğimiz, geleceğimiz bir tür flu. Biz bu hayatı yaşamaya çalışırken zaman zaman kendimizden kahkahar üretmek zorunda kalıyoruz. Kimimiz ağır yoksullukla boğuşuyor, kimimiz gelecek hayali kurarken önüne koyulan taşlarla. Bazılarımız şanslı, yolunu bulmuş, onlara da bir şekilde yolunu bulmanın kaderi armağan edilmiş. Toplumun yarıya yakını asgari ücretle geçinmeye çalışıyor, bir grup azınlıkta; kaymak tabaka olarak yaşıyor. Kapitalizmin liberal ekonomi şartlarında Türkiye’ye ayırdığı pay da gelir adaletsizliği. En büyük sorunlardan biri bu olsa da; politik olarak da, iktidar ve karşı kutup olarak yaşıyoruz. Hükümetin alanı içinde değilsek; bir sabah yatağımızdan terörist olarak uyanabiliriz. Ya da o alanda bulunmayan biri olarak, otomatikman diğeri olmaya kapı bize açıktır. Kimimiz, savruk, kimimiz mücadele peşinde, kimimiz yorgun. Yaşadığımız hayatın ağırlığından; edebiyata sanata vakit bulmak da güç. Ya da sanatta bu alanın içinde kendine mevzi arıyor. Sesimiz duyulsun diye uğraşmak; bize bir hayli pahalıya mal oluyor. Herkesin Türkiye için çizdiği resim farklı; kimin tuvalinde gözyaşı keder var, kiminin tuvalinde devletin gölgesinde hayatın tıkırında gitmesi.
Filmin taşrada geçmesi, mevsimin kış olması ve karakterlerin sorunlarla boğuşması; bizi karanlık atmosferin hiç bitmeyeceğine, o karanlıkta boğulabileceğimize dair bir hapsolunmuşluk sunuyor. Kısa süre önce; Altın Koza Film Festivali’nde Nuri Bilge’ye taşra hakkında sorulduğunda; insanın her yerde aynı insan olduğunu, bunun taşra ya da şehir fark etmeyeceğini söyledi. Hatta bir eleştiri olarak da; yazacak konu bulamayan eleştirmenler bunu abartıyor anlamında bir cümle kurdu. Ben de insanın, şehirde ya da taşrada aynı insan olduğunu düşünüyorum fakat; şehirdeki insanın zaman, mekân kullanımıyla, taşradaki insanın zaman mekân kullanımı birbirine eşit değil, bu da dolaylı yoldan, taşralı ve şehirli insan tipine etki ediyor.
Ayrıca bu film, Nuri Bilge Ceylan’ın içinde en çok diyalog barındıran filmi denebilir. Üç saat gibi iddialı bir zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Fakat diyaloglar özenle seçilmiş, sırıtan ya da boş denebilecek anlar bırakmıyor bize. Bir de; film bizi evrenine almıyor, bizim sadece izleyici olarak kalmamızı istiyor. Bu haliyle filmin içinde değiliz de dışarıdan bir gözlemciyiz tadı var. Politik ve insana dair düşündüren birçok anın yer aldığı filmi; çok kişinin görmesini isterim.
Ülkece yaşadığımız sorunlara, başımızdan geçen ya da bir şekilde ülke gündeminde dahil
olduğumuz mevzular üzerine düşünmeye davet eden bir havası var. Ayrıca, karakterler
bulundukları ortamın yabancısıymış gibi bir ruh halinde dolanıyorlar. Nuri Bilge’nin filmin
ardından yaptığı bir basın toplantısında söylediği gibi; her nerede değilsek orada
olduğumuzda mutlu olacağımızı sanırız. Karakterlerin ruh hali buna yakın. Derinleşen,
başkalaşan tek kişi Samet, diğerlerinin dönüşümü bu kadar bariz değil. Bunu önemsiyorum
çünkü yaşamla temas ettiğimizde, olaylar bizi dönüştürür. Başladığımız noktada olmamız
güçleşir. Turgut Uyar’ın Türkiye’si, Dünyanın En güzel Arabistanı’ydı, Nuri Bilge’nin ülkesi
de Kuru Otlar Üstüne olabilir.