Zeynep Tuğçe Karadağ ile ilk öykü kitabı Alaybozan odağında yapmış olduğum söyleşi varoluşumuza ilişkin ne varsa bozmaya yeltenen öykülerin varlığıyla, varoluşumuzun ayrıntılarını kapsayan geniş bir çerçevede gerçekleşti. Zeynep Tuğçe Karadağ’ı Acile Tek Giden (2017) ve Beni Nereden Vuralım? (2020) şiir kitaplarıyla tanıdık. Alaybozan içindeki öyküleriyle gelerek edebi metinlere ilişkin nelere kafa yorduğunu, kurguya ne kadar önem verdiğini, karakterlerin ruh durumlarını çözümlemedeki detaylarını ve en önemlisi devasa ekosistem içerisinde canlı bir tür olarak sadece insanların değil hayvanların da yaşadığını gösteren öykülerini okuma fırsatı bulduk. Bize öğretilen ne varsa bozmaya yeltenirsek neler olur?
Zeynep Tuğçe Karadağ ile Alaybozan öykü kitabı odağında gerçekleştirdiğim söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: İki şiir kitabın Acile Tek Giden ve Beni Nereden Vuralım? sonrası bir öykü kitabı olan Alaybozan ile geldin. Öykü kitabı yazmak hep var mıydı kafanda yoksa ara ara yazıyordun, biriktiler ve bir öykü kitabı neden olmasın diyerek mi yola çıktın? Hayatın içinde şiirlerinle oluşturduğun bağ kurgu metinlere, öykülere nasıl dönüştü?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Öykülerimi yazarken hiç öykü kitabım olsun diye düşünmedim. Öyle bir gayem yoktu. Zihnimdeki olaylar, kurgular ve karakterler beni yormaya başlayınca onları aktarıp şekillendirdim. Biraz da merak ettim açıkçası, neyi yapıp neyi yapamayacağımı öğrenmek istedim. Şiir ve senaryo yazmıştım, onların oluşum sürecini, kâğıtta nasıl durduklarını biliyordum, öykünün nasıl gelişeceğini görmeliydim. Süreç böyle başladı esasen. Belli bir toplama ulaşınca dosyamı meydana getirdim, bunu yaparken de kendi ölçütlerime uymaya gayret ettim.
Şiirle kurduğum bağ, kurmacadan epey farklı. Şiirde genelde yaşadıklarımdan, hislerimden, düşüncelerimden besleniyorum. Kurmacada ise, mümkün mertebe benliğimin dışına çıkmaya çalışıyorum. Birbirinden ayrı yaşamları, bedenleri, karakterleri gözlemleyip inşa etmenin özgürleştirici bir yanı var, bu durum beni cezbediyor.
Aynur Kulak: “O an, alaybozan tüfeklerine özendim, kalbe isabet eden mermilere.” Evet, şimdiye kadar öğrendiğimiz, bize öğretilen ne varsa bozmaya yeltenen, kalplere nişan ala ala ilerleyen, kendi öz yapısını kuran, sonra hiç tereddüt etmeksizin bozan, Alaybozan ile karşı karşıyayız. Kitabın isim yolculuğu nasıl oluştu?
Aynur Kulak: Kitabın ilk öyküsü Kaplan Ağzı ile son derece vahşi, yırtıcı bir öyküyle karşı karşıya kalıyoruz fakat bu sefer roller yer değiştiriyor. Kaplan Ağzı’nın kitabın ilk öyküsü olması tesadüf değil diye düşünüyorum. Bu öykünün kendisinden sonra gelen öykülere yaptığı dinamik katkı yadsıyamayacağımız denli önemli; ne dersin? Çünkü hemen hemen her öykü de bir hayvan var ya da hayvani içgüdü olarak niteleyebileceğimiz duygular var.
Zeynep Tuğçe Karadağ: Doğru gözlemlemişsiniz, tesadüfi değil bilinçle yaptım, o öykünün akışkanlığı, atmosferi, gerilimi devamına sirayet etti ki kurmacada gerilim ve merak unsurunu, her şeyin okuyucuya verilmemesini önemsiyorum, diğer öykülerde de bunları sürdürmeye çabaladım. Kaplan Ağzı, kitaptaki bazı öykülerde tek sözcükle bile olsa kendine yer bulan hayvanların habercisiydi âdeta.
Aynur Kulak: Kitabın ikinci öyküsü Kaybolan Dudaklar’dan el alarak, çoğunluktan ayrılan karakterin hikâyelerinin anlatıldığı öyküleri konuşmak istiyorum seninle. Kaybolan Dudaklar; İçimdeki Vatoz; Sürekli Gece. Bu üç öyküyü hem karakterler bazında hem de bu karakterleri çevresi nasıl algılıyor, toplum onlara neler yapıyor çerçevesinden konuşmak isterim.
Zeynep Tuğçe Karadağ: Üç öyküde de karakterler birbirinden çok farklı. Sürekli Gece’deki karakter durumunu kabullenmiş, diğer iki karaktere kıyasla zor bir hayatı olsa da daha memnun. Kaybolan Dudaklar’daki karakter gizlenmeye çabalıyor, bunu yaparken de kendine düşmanlaşıyor, yalanlara başvuruyor. Hâlbuki onunla biraz vakit geçiren kişi, durumunu anlar, karakter bunun farkında değil. İçimdeki Vatoz’da ise olay bambaşka. Karakterin gizleyebileceği hiçbir şey yok, üstelik yaşadıkları ona elem veriyor. Üç karakterin içinde en mutsuzu, en yıkıcısı belki de okuyucunun en itici bulacağı kişi o. Bense aksine o karakteri seviyorum, tepkilerini doğal buluyorum. Onların böyle olmasını toplum sağlıyor aslında. Çevrelerindeki insanların bir şey demelerine dahi gerek yok, bakışları veya tutumları yetiyor, o yüzden üç karaktere de hak veriyorum.
Aynur Kulak: Suçbaz ve Dip Nota öykülerinde tecelli eden adalet çerçevesinde ezberlerimizi bozmalıyız; farklı bakış açıları kazanmazsak bir yere varamayacağız aşikâr artık demek adına önemli iki öykü olarak karşımıza çıkıyor. Bu öyküler ile ilgili ne söylemek istersin?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Bu tip öykülerde kaçındığım hatta hoşlanmadığım şey, didaktikliktir. İki öykü de didaktik formdan uzak, temaları da birbirinden bağımsız, ne karakterler ne de öykünün anlatıcısı benzerlik gösteriyor ama dediğiniz gibi işlemeyen adalet mekanizması beni rahatsız ediyor. Öyküleri okumayanlara haksızlık olmasın diye çok detaya giremiyorum lakin Suçbaz’daki karaktere bürünmek için epey uğraştım, insanların girmeye cesaret edemediği semtlerde dolaşıp gözlem yaptım. Dip Nota’da ise karakterin baskın bir özelliği üzerinden kurguyu ilerletmeye çalıştım.
Aynur Kulak: İki öykünüzde bir ölüm bağı mevzu bahis sanki. Yaşayıp gittiğimiz bu dünyanın engelleyemediğimiz en önemli gerçeği aynı zamanda bu ölüm bağı; ölümle kurduğumuz ve asla kaçamayacağımız bağ, ne dersin?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Ölüm, uzun yıllardır üzerine düşündüğüm bir kavram, ilk şiirlerimden beri zaman zaman bunu işliyorum, bırakacağımı da sanmıyorum şimdilik.
Yaşam, ölüm sayesinde sonuca ulaşır çünkü ölümdür yaşamın sınırını çizen. Ölüm, her anımızda mümkündür, rahatlıkla geleceğe bırakılacak bir şey değildir. “Yaşlanınca” diye başlayan cümleler kurmam mesela, manasız gelir bu bana. Ölümü biriyle paylaşamıyor oluşumuz ilgi çekici. Öldüğümüz vakti sadece biz hissedeceğiz, bu yönüyle çok bireysel, tamamen yalnız deneyimliyorsun.
Her an birini kaybedebileceğimiz ya da sonlanabileceğimiz fikri, kaygı doğurur bazen. En sevdiğim kişiyi; babamı toprağa verdikten sonra ölüme dair en ufak bir korku barındırmadığımı fark ettim, meğer ben varoluşumun yitmesinden değil en sevdiğim kişiyi kaybetmekten korkuyormuşum.
Aynur Kulak: Mahir Bey ve Kilitlerin Ardında öyküleri ile içimize fena halde bir yalnızlık, eksiklik duygusu gelip yerleşiyor. İki öykünün finalinde de şaşırıp kalıyoruz. Bu öykülerinde ve diğer öykülerinde farklı duygular, beş duyu organımızla sürekli niteleniyor aynı zamanda: İşitme, koku alma, tat alma, görme, dokunma. Nesnelerle, insanlarla, dünyayla kurduğumuz bağın duyu organlarımızın en keskinleştiği olaylar eşliğinde anlatılması öykülerin en akılda kalıcı yanını oluşturuyor desem, ne söylemek istersin?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Dikkatine çok teşekkür ederim. Kilitlerin Ardında’yı da Mahir Bey’i de kurarken önce finallerine karar verdim. İki öykü de yıllardır kafamın içinde dönüp duruyordu, hatta Mahir Bey’i kısa film yapacaktım, senaryosunu bitirmiştim. Pandemi başlayınca aksaklıklar meydana geldi, ben de öyküsünü yazmaya karar verdim.
Duyuların yer almadığı metinleri ölgün buluyorum. Atmosferi önemsiyorum, onun da en iyi duyularla verileceğine inanıyorum. Bir hastaneyi anlatırken koridorların kokusunu almayı, oradaki sesleri işitmeyi, insanların hâlini, tavrını görmeyi istiyorum. Hastaneye girdi, muayene olup çıktı. Bu tip tümceler bana hiçbir şey ifade etmiyor.
Aynur Kulak: Öykülerdeki mekânlar, olaylar, karakterler film şeridi gibi akıyorlar gözümüzün önünde. Okurken aynı zamanda bir sinemada gibi seyrediyoruz zihnimizde oluşan tüm sahneleri. Kitabın bu canlı; sinematografik yapısı ile ilgili ne söylemek istersin?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Çok teşekkür ederim. Yapmak istediğim şeyi yapabilmişim, ne mutlu. Sinematografik anlatımın metni dirileştiren, okuyanı daha çabuk içine alan, merakı tetikleyen yanları mevcut. Görselliği yansıtabilmek yorucu olduğu kadar efsunlu da. Öykülerim uzun olmamasına rağmen ayrıntıları es geçmemeye çalıştım. Ayrıntılar, duyular ve hareketler metne yansıtılınca, sözcükler yazılış formundan çıkıp görüntülere dönüşüyor.
Aynur Kulak: Edebiyat türleri ile ilgili düşüncelerini sormak istiyorum son soru olarak. Şiirlerin var; şimdi de öykülerin. En çok hangisinde kendini daha iyi ifade edebildiğini düşünüyorsun?
Zeynep Tuğçe Karadağ: Klişe bir söz vardır, öyküyle şiir kardeş diye, açıkçası buna inanmıyorum. Kurmacayla şiir arasında belirgin ayrılıklar bulunur. Yazılış süreçleri, oluşumları, sözcüklerin kullanılış şekilleri, biçimleri, ritimleri, kendi içlerinde barındırdıkları kurallar/kuralsızlıklar, hatta okuyucuları dahi birbirinden farklıdır. Mesele sözcük tasarrufuysa o romanda da gereklidir.
Şiir, öykü, senaryo. Üçünü de yazdım ve şunda kendimi daha iyi ifade ediyorum diyemem. Tasarladığım şeyi, zihnimdekine en yakın şekilde aktarabildiğim sürece tür fark etmiyor.