Kederi bilmeden mutluluğun anlamı bilinir miydi? Boş bir yatakta yatarken günler önce söndürülmüş bir sigara izmaritinin ağır kokusu çökmüş odada, o sigarayı söndürenin kokusu hala, buram buram duyuluyorsa dinmeyen bir aşk acısıdır Kemal’in tüm varlığını dolduran. Önünde açılan bahçeye zamanında giremeyen bir adamın kaderine boyun eğmekten başka yapacak neyi kalır? Şimdiyi yaşarken geçmişi düşlemekten başka. Geçmiş kendini Kemal’in içinde olmadığı aynalarda tekrar ediyordu. Füsun uzanıyordu yatağa ve güneş ağıyordu yüzüne. Yağlı boya bir tabloda izlenen bir görüntü oluyordu yaşanmış an.
Geçmiş anın bir büyüsü vardır. Geçip gittiği için ya da bir kere daha yaşanamayacağı için değil. Bizi hep içinde taşıdığı ve yaşattığı için. İçi bize ait mutlu anlarla dolu bir kadeh gibi uzak bir köşede durur, o anları hayalimizde tekrar tekrar yaşarken o kadehten bir yudum mutlulukla dudaklarımızı ıslatırız. Yeniden kurarız geçmişi. Bir perde aralanır, saatin tıkırtıları durur, bir eşyanın tininden başlayan bir yolculuk kalbimize birçok hazzı hatırlatır. Acılar unutulmuştur. Hiçbir lekenin o anları gölgelemesini istemediğimiz için unutulmuştur. Hatırladığımız anlar şimdiyi tutsak alır yavaş yavaş. Bir girdabın içine değil de dışına doğru atılırız. Hep buydu istediğimiz. Kimsenin göremeyeceği bir anda saklanmak, o anda kaybolmak, tersinden akmak, zamanı iğne deliğinden geçirmek, geçip gideni anmak ve belki de nerde durduğumuzu unutmak, kuşlar uçurmak. Kuşların gagasından geçmişin ıslığını duymak…
Geçmişi kokluyordu Kemal. Kokusu hiç dinmeyen bir güle dönüşüyordu Füsun. Diliyle damağıyla ağzıyla tüm varlığıyla kokluyordu… bir hayaleti! Bir kibrit çakımı kadar gerçek oluyordu belki Füsun. Sonrası yokluk. Akşam yaklaştıkça yokluk hiçliğe dönüşüyordu, Kemal’in hiçliğine. Ceketinin düğmesi kopup yatağa düşüyordu. Yatakta bir oyuk açılıyor, içine çekiyordu Kemal’i Füsun’un ter kokusunda yitiriyordu sahibi olduğu her şeyi. Kırışmış çarşaflarda Füsun’un bir saç teli beliriyordu. İşte o zaman kıyamet kopuyordu tininde. O saç telinin açtığı yaraya dönüp dönüp bakıyordu Kemal. Sanki yarası büyüsün her yerini kaplasın, Füsun bu yarayı görüp onu affetsin istiyordu.
“Beklemeye durmuşum bana bak!” Beklemek, şimdiki zamanda aldanmak. Aldandığını bile bile beklemek. Bir gövdede başlayan sancının ruhu sarması. Özlemin en kışkırtıcı olduğu anlarda kendi gövdesini kucaklayan Kemal’in yanılsamasıydı beklediği. Kimin gelmesini bekliyordu? Rüzgarsız bir havada uçurtma uçurmak isteyen bir çocuk gibi bir mucize bekliyordu. Sabırla bekliyordu. Bu bekleyişteki masumiyeti kim görebilirdi? Beklerken çile dolduran dervişler gibi Tanrı’ya yaklaşıyordu. İçinden geçenlere Tanrı’dan başkası inanmazdı. Kaderine başkaldırmayı hiç düşünmedi. Her zerresini kaplayan aşktan utanmadı. İmalı bakışlara aldırmadan, hayatını mahvettiğini düşünmeden bıraktı kendini aşka. Füsun onun olmuş, hayatını doldurmuş, ruhuna dokunmuş birçok gülümseme, birçok bakmalar, birçok kelime, birçok tad bırakmıştı, geride, mahremiyet apartmanındaki bu odada. Bir aşktan geriye kalanlar bir hayatı tamamlayacak kadar uzun sürer bazen. Aşktan arta kalan olur hayat. İçi doldurulamaz başka duygularla. Narin şeyleri korumak içgüdüsüyle işte Kemal elinde kalanları biriktiriyordu. Modern çağların tükettiği her şeyi, özel bir ismi hatırlamak için biriktiriyordu…
Aşk bir dekordu. Kemal bu dekorda kendi yerini bulmaya çalışıyordu. Nerede dursa eli ayağına dolaşıyordu. Boşalıyordu kendinden. Bu tasarımın en kıymetli parçası Füsun’du. Füsunun olmadığı her yerde dünya eksikti. Onun boşluğu her yerde ,en çok da Kemal’in kalbindeydi. Günlerce uyusa, uyandığında ilk aklına gelen Füsun’un olmadığı bir dünyaya uyandığıydı. Onun geçtiği yollardan yürüyerek, ona ait eşyalara dokunarak, ona ait her şeyi hatırlayarak içinde yaşadığı dekoru tamamlamaya çalışıyor, olanaksızın sınırlarını zorluyordu. Füsun’un gövdesi çağlar öncesinden kalan bir höyüktü artık. O höyüğü eştikçe bir öpüşü, bir kıvrılışı, bir kelimeyi hatırlıyordu. Mutluluğun da höyük altında kaldığını anlıyordu. Kazmaya devam etmesi beyhudeydi. Sevda derinlerde çok derinlerdeydi.. İçinde yaşadığı zamanlarda değerini bilmediği bir ülkeden kovulmuş, yersiz yurtsuz kalmıştı. Her yerde yabancıydı şimdi.
Bu aşkı sonsuz kılan neydi? Söylenmemiş sözlerin büyüsü mü? Hiç durmadan sevgiliyi terennüm eden eşyaların ruhu mu? Füsun’dan çok ona ait olan eşyalar bildi bu aşkın Kemal’in içinde her geçen gün nasıl büyüdüğünü. Bir saç tokası Füsun’un saçlarının kokusunu fısıldadı Kemal’e. Bir küpe Füsun’un sıcaklığıyla yaktı ellerini. Bir aşkı sonsuz kılan anılardı belki de. Geçmiş bir an’da kalmışsa yürekler gelip geçen zaman bozabilir miydi aşkın ezberini? Kemal bozmadı bozamadı ezberini. Kadrajın dışına hiç çıkmadı. Çünkü kadrajın içindeki görüntü o kadar sahiciydi ki, fotoğrafladığı görüntüler mutlu olduğu anlardı. Ve o anların dışındaki bütün anlar sahteydi. Yürümesi, başkalarının yüzlerine bakıp konuşması, elini bir arkadaşına doğru uzatması, duydukları, gördükleri, dokundukları her şey ama her şey o kadar onun dışındaydı ki… O bir kadını içinden doğru sevmişti. Mutluluğun ne olduğunu bilmediği günlerden geriye mutluluk kalmıştı.Tanrı’nın şanslı kullarındandı!
Biten şeyler vardır, bir şarkı, bir film, bir kitap, bir gün, bir ömür… her bitiş sondur. Sükunetle karşılarız sonları, coşkuyla, ya da acıyla! Kemal aşkın sonuna varamadı hiç, bir nokta koyup da bitiremedi. Bir ömür aşkla geçti! Aşkla bitti! Fusun belki de hiç olmadı. Füsun’un aşkı vardı, Kemalle hayat arasında bir de sevilen kadının rüyası. Rüyası hiç bozulmasın diye kana kana uyudu Kemal! Rüyaların gerçekleşmeyeceğini kim söyleyebilir? Bir adım sonrası varlık..!