Havuzdaki suya baktım. Yeşile dönmüş, yosunlaşmış, dibi neredeyse görünmez olmuştu. Bir zamanlar süs balıkları yüzüyordu burada. Yirmi yıl sonra geriye dönüp eski manzarayı görmeyi ummak hayalcilikten başka bir şey değildi. Hiç beklemediğim bir gün yanaştı kırmızı kamyonet evin önüne. Yangından mal kaçırır gibi evden üç beş öteberi ile ayrıldık mahalleden. Nereye gittiğimizden habersiz telefon direkleri geride kaldı, öbür kalan şeyler gibi. Yıkık dökük o eski mahallemiz, Bekçi Murtaza’nın gecekondusu, Manav Tahsin’in geceleyin bile kasaları açık bıraktığı dükkânı, Goncagüllerin penceresi, ta Paris’ten mektupları gelen Melahat Hanım’ın bahçeli evi. Ben o zamanlar çocuktum. Başka şeyler de kaldı geride elbette. Şimdi onları anmanın ne yeri ne de zamanı.
Sonsuzlukta bir gündü o gün yaşanan. Sahile kadar koşup kum zambaklarının yanına uzandığım o sabahı unutmam mümkün değil. Orada kırılmış yeşil şişelerin içinden bakıyordum gökyüzüne. Geceleyin başka güzeldi gök, gündüzse maviye bulanmış bir bulut tarlası. Duyduğumuz şeylere kulak kabartmasam gitmezdik buralardan.
Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi.
Her şeyin bedeli var, derdi babam. İnsan ruhunu satışa çıkaracaksa o bedel deve sırtında mücevher olmalıymış.
Yanındaki bir örnek giyinmiş korkunç adamları sevmiyordum. Çok defa gelmişlerdi bu kumsala. Her seferinde babam onları başını sallayarak dinler, verdikleri zarfı alır, cebine yerleştirir, adamların arkasından bakardı.
Bazen adamlar durur babamın önden gittiği de olurdu.
Goncagül’le kumların içinde saklandığımız için bizi görmezlerdi. Ne anlattıklarını hem işitirdik hem işitmezdik. Goncagül’ün duymadığını ben nasıl duyabilirdim. O ağlamazken ben de ağlayamazdım. Hem ayıp denen bir şey vardı. Erkek adam durduk yere niye iç çeksin. İster gece yatakta olsun ister taraçada iç çekmek zayıflık belirtisiydi. Bazı zaman denize bacaklarımızı soktuğumuz sırada iç çekerdim. Öyle uzun sürmezdi. Tuzlu su tenimi yakar, aklımı oyalardı. Goncagül hep gülerdi. Şapşal, derdim ona. İçimden söylerdim tabii. İnsan en yakın arkadaşına nasıl desin öyle ulu orta.
Babam yine o korkunç adamların arkasından bir kez daha kumlanan ayakkabılarını ters yüz edip yürüyüp gitmişti. Annem ve komşu anneler bizden uzakta ağaçların altında önemli meseleler konuşuyordu. O meseleler başlamadan hemen önce ikimizi kumların içine gömüyorlardı. Hem kemiklere iyi geliyormuş kumun sıcağı. Geçen yıl Goncagül zatürre oldu. Hemen ardından ben de oldum. Ballı yumurtalı sütler kaynatıldı bize. Sobanın üstünde kestaneler döndürüldü. Portakalın en sulusu, annemin cüzdanının içi sıkıldı. Biz de sıkıldık tabii o günlerde evde. İkimizi görüştürmedi büyükler. Neymiş, hastalık süresinde mikroplar yer değiştirirmiş. Bünyelerimiz daha kötüsünü kabul etmezmiş. Allahtan o günler yazın gelişiyle sona erdi. Artık sahile inebiliyorduk.
Evlerimiz tepelere kuruluydu. Buralarda yaşayanlar insan içine karışmak istiyorsa aşağıdaki yola iniyordu. Böyle bir yoksulluğu görmekse arzuları, aramıza karışmak için yokuşu tırmanıyorlardı. Deniz kenarı bizim hem insan içine çıkabildiğimiz bir yerdi, hem yoksulluğumuzu gizleyebildiğimiz konforlu bir alandı.
Kürek kürek üstümüze atılı kumlardan kurtulup annelerimizin olduğu ağaçların altına koştuk. Babamla o korkunç adamların konuşmasından hemen sonra.
Goncagül fısır fısır bir şeyler söyledi ablasının kulağına. Ben ağzımı açtığımda tuhaf sesler çıkardığım için susmayı tercih ettim. Duydukları karşısında yüzü düştü ablanın.
Ne olduğunu sordu büyüklerimiz.
Kumların içinde saklandığımız sırada duyduklarımızı duydular böylelikle.
Annem kolumdan tutup çekiştirdi beni peşinden.
Hala kızı dur, panik yapma, diye bağırdı Goncagül’ün annesi anneme.
Kararlı bir kadını durdurmak ne mümkün. Doğruca tırmandık bizim fakirhaneye.
Bizim evin o zamanlar bir adı da fakirhaneydi babama göre.
Doğru düzgün bir iş gelse elinden de buralardan çekip gitsek, derdi annem. Saçlarına düşmüş akları gösterirdi sayıp dökerken.
Kavga gürültü eksik olmazdı mahalleden. Reşit ustanın karısı ile üç akşamda bir piyese dönen atışmaları, uzun mu uzun Cafer’in babasıyla, bazen de Toraman Remzi ile dalaşmaları meşhurdu.
Eve dönmeden Manav Tahsin’e uğruyor annem. Bir yeri arayıp beş dakika kadar konuşuyor. Karşı taraf ikna olunca telefonu kapatıp dışarı çıkıyor. Bir yandan burnunu çekiyor ağlıyor, bir yandan da yürüyordu. Elimi öyle sıkıca kavradığından olacak canım acıyordu.
Başındaki peruğu alay konusu olan Mine’yi görünce durmak zorunda kalışı iyi değildi annemin. Aslında adı köylük yerde Emine’ymiş ama şehre inince atmış E’sini. Ben adımın ilk harfini atmaya kalksam sadece Li oluyordum. Li güzel bir isim sayılmazdı. Çinli olsaydım olurdu kesin. Çinli olmadığımız için tek heceli isimler konmazdı bize.
Mine annemin çocukluk arkadaşıydı. Aynen sizin Goncagül’le olduğunuz gibi yakındık, diyor annem. O yollara başvurmasa iyi kızdı, diyor babam. Bahsi geçen yolu birbirilerine anlatmak için benim kullandığıma benzer işaret dili geliştirmişlerdi aralarında. O dili bana öğretmedikleri için anlayamaz, sadece sezerdim söylenilenleri. Konuşmaya mecbur kalıyorum gördüğümde, diyordu annem. Zorunda değilsin, diyordu babam. Alın yazısı bu diye söyleniyordu yaşlı kadınlar. Ayıpladığın şey başına gelmeden ölmezmişsin, diyorlar üstüne yumruklarını ısırırken büyükler.
Kötü bir şey olacak diye o günler gelmesin istiyordum. O kötü gün gelmiyor da başkası çıkıp buluyordu insanı.
Korkunç adamların plajda gözden kaybolmasının üzerinden hepi topu üç saat geçmişken kırmızı kamyon evimizin önüne yanaştı. Dayım çıktı içinden. Ben kamyona baktım, annem dayımın ağzına. Bağırdılar bir süre birbirlerine. Mahalleli pencerelere çıkmaya başlayınca utandıklarından olacak evin avlusuna girdiler susarak. İki dakika sonra elleri kolları dolu dışarı çıktılar. Sonra tekrar girip tekrar çıktılar. En sonunda iki valiz daha kondu kamyonun kasasına. Üç kırkbeşlikten başka bir şey dinlemediğimiz pikabı annem kucağına aldı ön koltuğa yerleşirken. Ben ortalarına oturdum.
Sonra evler geride kaldı. Yokuş geride. Bekçi Murtaza’nın gecekondusunun önünde çocuklar oynuyordu, onlar da geride kaldı. Muz kasalarını geçtik Tahsin amcanın. Melahat teyze pazar yerinden dönüyordu çekçekli arabasıyla. O da geride kaldı. Sonra gözüme takılanlar bildiğim insanlar değildi. Goncagül hâlâ kumsalda olmalıydı. Akşam olmadan dönmezdi büyükler. Babam olacak o hayırsız böyle soysuz işlere nasıl karışmıştı. Allahtan belasını bulması an meselesiydi. O içerdeyken bana kim bakacaktı.
İnsan içine çıkmaya yüzümüz yok, diyordu annem. Bizi hiç kimsenin tanımadığı yerlerden söz ediyordu dayım. Yarın gidersiniz, diyordu.
İstersen çocuğu bizimle bırakabilirsin, bir düzen tutturana kadar en azından.
Olmaz, diyor annem. Zaten onun dilinden kimse anlamaz.
Babamın bizimle gelemeyeceğini biliyordum bilmesine. Başını derde soktuğunu…
Hayatımız değişecekti. Başka yoksul bir mahallede tek göz oda bir evimiz olacaktı. Annem fabrikaya gidecekti sabahları. Uslu çocuklar gibi yaramazlık yapmayacaktım. İkindi ezanından sonra sokakta durmayacaktım. Pencere kenarında eve dönmesini bekleyecektim annemin. Okula da başlayacaktım ama biraz belimiz doğrulmalıydı. Hem zaten harfleri öğretmişti bana annem. Üçüncü sınıf öğrencilerinden daha iyi yazabiliyordum kelimeleri.
Gazetede çıkan haberi ilk ben görmüştüm. Babamın öldürdüğü zengin iş adamının miras davasının sürdüğüyle ilgili olanı.
Ne işi varmış mezarlıkta hem gece vakti kerli ferli öylesi bir adamın.
O da sağlam ayakkabı değilmiş.
Otuz yedi sene dile kolay bitmezmiş.
Bitmedi de. Haftasına kalmadan bıçakladılar babamı.
Bundan kimseye bahsetmiyoruz, diyor annem. Hoş bahsedebilecekmişim gibi. Kaderde yazılanı yaşadı diye kendini avutuyor sonra.
Seneler seneleri deviriyor. Anılar bitmeyip bizi dönüştürüyor.
Dilsizin derdi bitmiyor. Şimdi size durup o dertlerden söz etmeyeceğim. Yirmi yıl sonra bu eski mahalleye yolumun düşmesi şaşırtıcı değil. Çocukluğumun o eşsiz yıllarından gayri başka bir şey yaşamamış gibi hissettiğimden olacak dönüp duruyorum içimde o hatıralarla.
Sahilde zambakların arasında Goncagül’le gömülü olduğumuz kum tepeciklerinin altında saklanırken tehlikenin yengeçler olduğunu sanırdım. Değilmiş meğer. Rotasını şaşırmış bir kuş gibi hep yanlış yollara sapmışım. Yağmur yağmış ve ıslanmışım. Bizim gibilerin mutlu hikâyesi olmaz, olsa olsa mış gibi anlatacakları olur. Hepsi bu.