Daha sabahın ilk ışıklarını görmeden Lefkoşa yoluna çıktığımda, etrafta neredeyse hiç kimsenin olmadığını fark ettim. Uçağın ‘batı’ya seyrinin bu erken saate rastlaması, kafamdaki endişeler yüzünden moralimi bozmadı. Haritanın batısına doğru giden bu ilk yolculuğum öncesi Gatwick’e inecek uçaktaki yerimi alırken; Beşparmak dağlarının üzerinde biriken sisin son tabakaları kalmıştı. Sis, mevsim sıcaklarının bunaltan yorgunluk ve uyuşturuculuğunu unutturmuştu hiç değilse. Fakat Refik Halit’in, yabancı bir yerdeki insanın ruh halini çok derinlikli bir biçimde yansıtan “Eskici” hikâyesinin kafama çizdiği endişeler yok değildi. Uçak havalandığında, açık olan gökyüzünün, insanı ‘içe titreme veren’ ruh halinden arındırdığını yakından hissettim.
Çok geçmeden, Venezüellalı şairin, beni sarsan, “dünya bizi yakınlaştırmak için döner, kendine ve bizim için döner” sözünü hatırladım. Demek ki, dünyanın bu dönüşünde, bir yakınlaşma vardı uzaklaşmanın ötesinde. Sözün büyüsüne iyice kendimi kaptırırken; uçağın Dalaman’da bir saati geçen mola vermesi de etkilemedi beni.
Londra’yı, coğrafya ve tarih bilgilerimin yanı sıra, öncelikle, İngiliz edebiyatının değişik dönemlerine ait farklı notlardan tanıyordum. Bizim edebiyatçıların da, batı genelinde, Londra özelinde acı tatlı hatıraları yok değildi. Namık Kemal’in “Terakki” makalesindeki batı yaklaşımı, Hamid’in “Hyde Park’tan Geçerken” şiirinin hafızamda ettiği yer vardı en başta. Dahası, kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da hayata veda eden Reşat Nuri Güntekin’in çizdiği hüznü ve Falih Rıfkı Atay’ın Taymis Kıyıları’nı da bunlara ekleyebilirdim. Uzun yıllar lise ders kitaplarında yer alan “Londra ve İstanbul” yazısı gibi gezi edebiyatımızın çok çarpıcı örnekleri yer almaktaydı bu kitapta.
Uçakta birbirini kovalayan endişe ve düşünceler beni bırakmıyordu. “Ey Lefkoşa Lefkoşa/Bak neler geldi başa” diye başlayan Kıbrıs türküsünü hatırladım birden. Bu yarı endişeli ve tedirgin geçen yolculuk sonrası Gatwick havalimanının güney kısmına indiğimde, Londra saatiyle, henüz öğlen olmamıştı. Giriş işlemleri için sıramı aldığımda, İngiliz edebiyatının derin ve romantik şairi John Keats’ı ve onun bir şiirinde geçen “Atlı bir yabancı göründü/Bir şey söyledi önce” mısralarını geçirdim zihnimden. Çünkü Defoe’nun, yanında bıçağından, piposundan ve bir miktar tütününden başka hiç bir şeyi olmayan Londra doğumlu kahramanını ıssız adaya sürükleyen dalgalar, beni de iki yüzden fazla dilin konuşulduğu bir başka adaya getirmişti.
Buradaki “yaşlı” tren sisteminin sayısız istasyonlarından geçerken de gördüm ki, bu istasyonlar, merkez istasyonlardan kült filmlere mekân olan Paddinton’ı saymazsam, bana, ürkütücü gelmekte ve bir o kadar da kasvetli hava vermekte. Bu ruh daraltıcılıktan uzaklaşmak için olsa gerek ki, Michel Butor’un Değişme’deki tren yolculuklarına kafam takıldı. Onun, yolculuğun tadına varış ve Paris-Roma seferlerinin gelgitlerine ışık tutan “ışıl ışıl garda, üzerinde ‘Piza, Cenova, Torino, Medan, Parigi’ levhası bulunan üçüncü mevki vagonlarından birine girip şimdiki gibi, koridordan yana, gidiş yönünde bir köşe bulduktan sonra, peronda bekleyen Cécile’in yanına ineceksiniz” cümlesini içimden tekrar etmeğe çalıştım. Paddington, alabildiğine göz alıcılık ve kamaştırıcılık, Caring Cross ise, tedirginlik veren bir şaşkınlık yaşatacaktı ne de olsa.
Neyse ki, bugünkü yolculuğum Wokingham’da sona erdi. Önce, içersinde yağ, tuz ve et olmayan Vietnam-Çin-Singapur yemeğini tadıp; ünlü kremalı çaydan içerek kendime geldim. Klasik kültür birikimini sıkça kullanan ekspresyonist İngiliz şair Eliot, “Ölümün ülkesidir güneşe gizlenen” diyordu bir şiirinde. Elbette ki, başa gelen çekilecektir. Bir, “I have been to London/Londra’da bulunmuştum” cümlesi için birçok zahmete katlanan insanların varlığı aslında beni biraz olsun rahatlatmakta.
Yön bulmada ustalık dereceme ve hâlihazırda cebimde duran 00.44.1189.7981.11 numaralı mobil telefon hattıma güveniyordum. Wokingham’dan London Waterloo trenine bindim. İstasyonda beklemek, otomatik makineden bilet almak, diğer yolcuların sorularına cevap vermeye çalışmak Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birlesik Krallığı’da, tek başına yolculuk yapan biri için yabana atılacak şeyler değildi. Daha önce, şehrin bu bölgesinde yaşayan arkadaşın, tren ve metronun son seferlerine kalmamam konusundaki uyarısını pek umursamadım. Bununla birlikte, güvensizlikten değil de heyecandan olsa gerek ki, neredeyse, yanık havalı Kıbrıs türküsünün “Beşparmak dağı sıra/Ot sarılmış mısıra/Ben gurbete düşeli” sözlerini mırıldanır gibiydim. İngilizlerin Rimbaud’su sayılan sürrealist şair Dylan Thomas, “Böyle olmalıydı, en yalın ışığın doğuşu da/ilk dönüş noktasında” dememiş miydi?
Londra’yı sabahı, öğleni, akşamı ve geceyi yaşamanın apayrı tatları var. Sabahları yaklaşık bir milyon kişi şehre dışından akın etmekte. Şehrin kulelerinden ışıklar yansımakta etrafa. Neredeyse, her köşede görülebilecek manzaralar, eski Londra dünyasını yaşamaya sevk etmekte insanı. Bunlar arasında, 1660’da yapılan St. Paul’un İngiliz insanı için özel bir yeri var. Aynı şekilde, elli beş metre yüksekliğinde ve on üç ton ağırlığındaki Big Ben heykelinin de. Thames nehrinin içinden geçerek yavaş bir tempoyla yapıları inceleme şansı en uygunu. Modern taşımacılığın güneyde olduğu Merkez Londra’nın en görkemli eserlerinden ikisini, seyrek açıldığı halde ihtişamına tanık olduğum Tower Bridge, yine yakından inceleme şansım olan Tower of London ve saat kulesini unutmamak gerekir.
Buranın her yerinde çeşme suyu içilmektedir. Londra’nın batısındaki botanik bahçelerinde kırk beş binden fazla bitki ve ağaç çeşidi yetiştiği söyleniyor. Yakından sadece birini görebildiğim bahçede, özellikle, Avustralya kökenli ağaçların ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Herkesi büyülediği bilinen Hyde Park’ın özel bir yer olduğunu yakından görmek güzel. Bu parka bağlı, konuşma yapmanın serbest ve her konuşmacının eşit haklara sahip olduğu Spekers Corner’de iki birbirine çok zıt iki konuşmayı dinleyip başka bir zaman yeniden gelmek üzere ayrıldım. Sonra, sırasıyla Marble Arch, Piccadilly Circus, Trafalgar Square, Covent Garden ve Nationally Museum’a uğrayarak merkezdeki gezimi tamamladım.
Üslûp benzerliğinden söz edilen ve karşılaştırmalı edebiyat için ideal örnek gösterilebilecek Halit Ziya Uşaklıgil-Charles Dickens karşılaştırması, yakıştırması için, kültürler farklı olsa da, bir zihinsel diyalog oluşması ümidiyle Charles Dickens müzesini ziyaret ettim. Müze giriş defterindeki kayıtlara göre son bir yılın tek Türk ziyaretçisi benim. Bu yüzden, deftere, Kars, İstanbul, Kıbrıs adreslerimden hangisini yazacağıma uzun süre karar veremedim. Charles Dickens’in müze olan evini ziyaret etmek olur da, Ahmet Haşim hatırlanmaz mı? Dickens’in yazı masasına yöneliğimde, Evliya Çelebi’den sonra, gezi yazarlarımızın piri sayılan Ahmet Haşim’in “Faust’un Mürekkep Lekeleri” yazısını bir kez daha andım. Bu yazıdaki ender rastlanılabilecek anlatım gücünü görmek ve Türkçe’nin usta bir kalemde nasıl işlenebildiğine yakından tanık olmak güven verici. Diyebilirim ki, Londra gezisinde bizim yazarlarımızdan, özellikle, Ahmet Haşim’in Frankfurt ziyaretini ve Tanpınar’ın Paris mektuplarını sıkça hatırladım. Bu her iki dikkatli ve kuyumcu titizliğindeki üslûpçuların baş döndüren hatıratları etkileyicilikten de öte bir şah eserdi her şeyden önce. Bunların dışında, bir de geç ya da son seferleriyle döndüğüm tren yolculuklarında, Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri”ni ve Attila İlhan’ın “gece trenlerine binme çocuk/vurulursun” mısralarını çok yâd ettim.
Aslında, İngiltere tarihi beşinci yüzyılda Anglosaksonların Britanya adasına ayak basmasıyla başlar. Londra tarihi mekânlarıyla, 300’ün üzerinde müze ve galerisi, göz kamaştıran parkları ve Thames nehriyle görsel tam bir şölen yaşatmakta. Sanata dair hemen hemen her şeyi Londra’nın dört bir yanında bulabilirsiniz. Çünkü binlerce yıllık birikim, değişik uygarlıkların izleri, sömürgeciliğin etkileri ve kültür göçüyle birlikte Londra dünyanın en büyük sanat merkezlerinden biri haline gelmiştir. Estetik binaları ve sokaklarını dikkatlice süzerek geçtiğim Soho’nun, merkez Londra’nın ayrıcalıklı yerlerinden biri olduğu kesin. Buradan belki sayısız geçişlerimden birinde çok yorulduğumu anlayınca semtin küçük parkında mola verdim. Buradaki hafif dalgınlığım, benden yirmi pence bozukluk isteyen sarhoşun cılız ve yarı tebessümlü haliyle son buldu. Nedense, bu ‘dilencideki’ yarı şaka, yarı ciddi hal, Leicester Square’daki sokak müzisyeninin etrafı inletme çabasıyla eş değer gibi hatta daha masum geldi bana.
Buckingham Palas’a, Green Park’tan yürüyerek gittim. Kentte bana en tanıdık gelen yerlerden biri oldu saray. Daha önce tv, fotoğraf ve nesneler üzerinde yer alan baskılarda gördüğüm Buckingham sarayı, bir kültür mozaiği olan Londra’nın sakin yerlerinden biri. Yine de, fazla ayrıntılara takılmadan dönmek en iyisi. Buckingham Palas derken, burada yayınlanan Public Agenda dergisi bizim Pera Palas’ı Avrupa için dünyanın en eski otelleri arasında 1892 tarihiyle, Duesseldorf’taki Breidenbacher Hof’tan sonra ikinci sırada gösteriyor. Demek ki, Pera da bir saray. Ama kendi mistik ve münzevi özelliğinde.
Emily Bronte, Rüzgârlı Bayır romanında, İngiliz romantizminin bütün incelikleri ortaya koymaya çalışır. Gerçekten, günlük hayatta, bunun izlerine rastlayabildiğimiz şehrin insan ilişkileri neredeyse baş döndürücü boyutlara kadar çıkmakta. Wokingham Post Office’de sıramı vermek isteyim yaşlı bayanın bunu kabullenmemesini en çarpıcı örnek olarak düşünebilirim.
Günün gezisini bitirip keyif ve yorgunlukla dönüş için merkez istasyonlardan Caring Cross’a geldim. When I arrived the train had just departed. O zaman koşuşturma boşa gitmedi. Önceden planladığım gibi, garın kitapçısına gidip hobi alanımın bu ay çıkan dergilerinden Stamp & Coin, Stamp Magazine ve Gibbon Stamp ile Daily Mail, The Times ve kitap ekinden dolayı The Daily Telegraph gazetelerini satın alıp; birinci mevkiin daha dolmayan “compartment”ine geçtim. Genelde güzel geçen bu yolculuğun hatırlattıkları arasında, “Girne’nin yazı tatlı/Sevginin azı tatlı/Çok sevmek neye yarar/Her şeyin azı tatlı” sözleriyle yine bir Kıbrıs türküsü vardı.