Yusuf Atılgan, ardında az sayıda eser bırakan ama edebiyatta nicelikten çok niteliğin önemli olduğunu kanıtlayan, özgün ve sıra dışı bir yazar olarak anılacak her zaman. Biri yarıda kalmış üç roman; bir hikâye kitabı ve çocuklar için bir masal kitabını bizlere bırakan Yusuf Atılgan, tüm yazdıklarında yoğun anlamlara ve bireylerin iç dünyalarına açıldı, insana özgü tüm zayıflık ve kötücüllüğü sergileyerek bireyin toplumla çelişkilerini, kıstırılmış yaşamını, yalnızlığını, aylaklığını, suça ve intihara yönelmesini irdeledi.
1921’de Manisa’da dünyaya gelen Yusuf Atılgan, ilk ve orta öğrenimini Manisa ve Balıkesir’de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Öğrenim yıllarında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olması, Yusuf Atılgan’ın sanat ve edebiyata bakışına farklı boyutlar kazandırdı, sonraları yazdıklarında Tanpınar’ın açtığı edebiyat ufkunun izdüşümleri net olarak görüldü. Bu konuyu şöyle dile getirmiştir Yusuf Atılgan: “En büyük şansım üç yıl Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olmam. Örneğin Recaizade’den Proust’a, Gide’e, iyi müziğe atlayarak anlattığı derslerin ve ara sıra özel konuşmalarımızın yazarlık mizacımda önemli etkisi olduğuna inanıyorum.”
Yusuf Atılgan’ın Bodur Minareden Öte adlı öyküler toplamını üç ana başlıkta kümelendirdiği görülür: Kasabadan, Köyden, Kentten. Bu mekânlarda yaşayan kişilerin daralan iç dünyasını işlerken; kasaba ve köy gibi dar çevrelerde, toplum baskısı nedeniyle bunalan, kıstırılmış, adeta hapsedilmiş ve dondurulmuş insan yaşamlarını ele alır. Kasaba ve kasaba insanlarını ‘taşra sıkıntısı’ odağında anlatır; sürekli bir “aşma” ve “ötelere gitme” düşü ya da arzusu içindedir öykü kişileri. Yazar, köydeki yaşamlarda da kırsalın sessiz ve dingin görünümünün altında yatan trajedilere dikkat çeker. Kentten bölümündeki öykülerde bireyin kent içindeki yalnızlığını, yabancılaşmasını, toplumla yaşadığı iç ve dış çelişkileri, bu çelişkilerin insan ruhunda yarattığı bunalımı ve bunaltıyı işleyerek, varoluşçu düşüncenin karamsar bakış açısıyla, yılgın bireylerin suç, şiddet ve intihar gibi olgulara yönelimini dile getirir.
Kitabın Kentten bölümündeki öykülerinin bazıları, yazarın Aylak Adam ve Anayurt Oteli’nde sürdürdüğü izleklere eklemlenir. Yalancılık, sahtekârlık ve ikiyüzlülükle sürdürülen insan ilişkilerinin aldatıcılığı; yaşamın akışındaki o dayanılmaz monotonluk ve durağanlık duygusu, bireyi iyice kendi kabuğuna çekilmeye zorlar. Toplumdan soyutlanan birey, yabancılaşma ve yalnızlık duyguları içinde, topluma duyduğu öfke ve nefreti, ya çevresine ya da kendisine yönelterek, suç işleme veya intihar etme eğilimi içinde, zorlu bir yaşama uğraşı verir. Yalnızlaşma ve dışlanmışlıktan doğan öfkesi ve nefreti yoğun bir şiddete dönüşerek, çevresine veya kendine zarar verme noktasına gelir. Bu nokta, öykülerin kırılma noktasıdır; Yusuf Atılgan, okuru şaşırtan bir tarzda dile getirir bu kırılma noktalarını.
Edebiyatımızın 1950 kuşağına özgü bakış açısıyla ‘birey’de yoğunlaşan Yusuf Atılgan, bireyin iç labirentlerine inerek, yer yer simgelerin ve düşselliğin içinden bakarak, onun psikopatolojisini aktarır. Bireyin kötücüllük, ayrıksılık, suç ve intihar eğiliminin ardındaki ruhsal dinamikleri; bilinç akışı, flash back gibi teknikler kullanarak, yalın bir anlatımla dile getirmede ustadır Yusuf Atılgan.
*
Bu girişten sonra, Bodur Minareden Öte’nin Kentten bölümü içinde yer alan Yaşanmaz adlı öyküyü anlama, anlamlandırma ve çözümleme deneyimi içine girebiliriz. Birkaç sayfalık kısa bir öyküdür Yaşanmaz. Ancak, o birkaç sayfada dile getirilenleri, dikkatli bir bakışla açılımlamaya başlarsak, anlam katmanları içinde çoğalan ve genişleyen bir öykü evreni içine girdiğimizi fark ederiz bir anda. Julio Cortazar’ın dile getirdiği gerçeği somutlaştırırız bu anlamlandırma çabamızda. Cortazar kısa öykü hakkında şu yorumu yapar: “Kısa öykü gerçeğe doğru bir açılıştır; gözle görünmez bir noktanın akıl almaz bir büyüklüğe doğru açılışı, sınırlı ve bireyselin insanlığın özüne doğru açılışıdır.” Bu açılma ve genişlemede, insanlığın evrensel özüne ilerleyen bir keşif yolculuğudur bizi bekleyen.
Yaşanmaz adlı öyküde, dış dünyadan, toplumdan ve kendinden tiksinen bir öykü kişisinin dünyasına gireriz. Diğer insanlardan farklı olan, çok kısa boylu biridir o; çocukluğundan itibaren bu “farklılığı” nedeniyle sürekli çevresindekilerin alaylarıyla, küçümsemeleriyle, aldatmalarıyla karşılaşır, aradan yıllar geçtikçe topluma nefreti ve öfkesi iyice büyür içinde, artık kocaman bir nefret ve öfke yumağı vardır ruhunda. Kendisi dışındaki insanları “ötekiler” olarak nitelendiren öykü kişisi, o yalnızlık ve kimsesizliğine kapanmış durumdadır; dünyayı “yaşanmaz” bir yer olarak nitelendirir. Sürekli olarak kendi içinde tekrarladığı bir cümle vardır; “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Çünkü “ötekiler” onu dışlayıp aldatarak, onunla alay ederek, sürekli küçümseyerek dünyayı ona “yaşanmaz” bir yer olarak göstermişler, onun yaşamını inanılmaz biçimde daraltmışlardır. Sevgi yoktur çevresinde; başkalarından (ötekilerden) gördüğü sevginin aldatmalarla bittiğini, toplumdaki insanların onu sadece kendi çıkarları için kullandıklarını görmüş; her seferinde bir kez daha yıkılmıştır. Öykü kişisinin birtakım sanrılara kapıldığına da tanık olmaktayız; “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu” sözünü kulağına ilk kez bir ağustosböceğinin söylediğini anlatır: “Ağustos böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı: ‘Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.’ ” (s.58) Sanrılı durumlar, öykü kişisinin ruhsal açıdan taşıdığı marazi durumu işaret eder.
1950 kuşağı öykücülerinden bazılarının öykülerindeki ortak noktalardan biri de; ani, beklenmedik bir anda saldırgan, öfkeli ve şiddetle dolu davranışlar sergileyen, suç ya da intihara yönelen öykü kişileridir. Bu kişilerin öfkeleri topluma ya da kendilerine yöneliktir; bazıları toplumdan intikam almak, bazılarıysa sadece varolduğunu hissetmek için “öldürme” ya da “ölme” isteği taşırlar. Bu da oldukça absürt bir durumun ifadesi olarak kendini ortaya koyar. Yaşanmaz’ın ilk paragrafında şu cümleleri okuruz: “Dayanamayacaktım. Kahredici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım.” (s.57)
Ali’nin odasındaki duvarda bir kadın resmi görür. Bu kadını, daha önce kendisini sever görünüp kendi çıkarları doğrultusunda kullanan ve sonrasında onu aldatan başka bir kadına benzetir. Duvardaki kadın ile zihnindeki kadının tek ortak noktası ikisinin de sarı saçlı olmalarıdır. Öykü kişisi kadınlarla iyi ilişkiler kuramayan, dolayısıyla cinsel açıdan da sorunlar yaşayan; daha önce de belirttiğimiz gibi, kısa boyu nedeniyle yıllar boyunca evde, okulda, mahallede, işte, çevresinde sürekli alay konusu olduğu için topluma içten içe öfke besleyen hınçla dolu bir adamdır. Sürekli intihar yolları arar ama bir türlü intihar edemez: “En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti.(…)Bilek damarlarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım. (s. 59) Öykü kişisinin bakış açısından kurgulanan bu öyküde, birinci kişi anlatımı, anlatıcı ile kahramanı özdeş kılar ve böylece öykü kahramanının iç dünyasını daha etkili ve inandırıcı bir biçimde gözler önüne serer. Yaşanmaz öyküsünün anlatıcı /kahramanı, intihar etmeyi öteleyerek, kendisiyle özdeşleştirdiği Ali’yi, ani ve beklenmedik bir saldırıyla, evinden alıp cebinde sakladığı havaneliyle öldürür. Yazar, o anda, anlatıcı/kahraman aracılığıyla sarsıcı bir etki yaratır okur üzerinde. Bu öldüren havaneli, daha sonra Anayurt Oteli’nde de karşımıza çıkacak; bu kez, intiharı hazırlamaya yardım eden bir araç olarak yer alacaktır roman olayı içinde.
1950 kuşağı öykücüleri, klasik olay öyküsünün serim-düğüm-çözüm sırasını izlemeden, kronolojik anlatıma bağlı kalmadan kendi öykülerini oluşturmuşlardır. Klasik anlatım yerine modernist anlatım biçimlerini geliştirmişler; geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı bir arada işleyen, düş ile gerçeği birbirine dönüştüren ya da iç içe geçiren bir kurgulama ve zamandizimi ile yazmışlardır. Sinema sanatının etkisiyle şimdiki zamanda geriye dönüşler (flash back)le ilerleyen öyküler de yazmışlardır. Böylece bireyin şimdiki durumu yansıtılırken geriye dönüşlerle onun şimdi’sini hazırlayan geçmiş yaşantıları aydınlatılmış olur. Yusuf Atılgan’ın Yaşanmaz öyküsünde de bu yöntemin izlendiği görülür. Öykünün anlatıcısı, “şimdiki” intihar planlarını anlatırken aynı anda zihni geriye gider ve geçmişte kendisiyle alay eden kişiler gösterilir. Böylece anlatıcının ruhsal karmaşasının derinliklerine ve bu bunalım ve öfke halinin asıl nedenlerine inilmiş olur: “En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. ‘Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be’ ‘yalan’ derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi(…)‘Sen başkasın’ derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. ‘Hey bücür, temize çek şunu.’ Bücür bendim. ‘Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar’(…) Bilek damarımı kesecektim.” (s. 59)
Kuşağının tüm öykücüleri gibi Yusuf Atılgan da yalın, özlü ve az sözcüklü bir anlatımla yazmayı yeğlemiş; kendine özgü bir üslup geliştirmiştir. Dilin etkisini farklı anlatım biçimleriyle artırmaya çalışmış, kısa ve etkili yazmaya önem vermiştir. Yerel sözcüklere de yer vermiştir Yusuf Atılgan. Yaşanmaz öyküsünde; ağu, yeğin, gücün, oturgun gibi sözcükler, metnin içinde öyle uyumlu biçimde yer almış ve metne öyle doğal biçimde sindirilmiştir ki, okuyanda hiçbir yadırgama ya da yapaylık duygusu yaratmadığı görülür.
1950 kuşağının ve bu kuşak yazarlarından Yusuf Atılgan’ın kişisel üslup yaratma kaygısının, daha sonra yazılan öykü ve romanlarda yepyeni dönüşümlere öncülük ettiğini de belirtmek mümkün. Yusuf Atılgan, yazdıklarında sıradanın, düz anlamların çok ötelerine uzanan, farklı anlatım yöntemleri ve teknikleriyle edebiyatımızda yepyeni bir yaratıcılığın kapıları açan, modernist ustaların en başta gelenlerinden biri… Eserlerinde yerelden evrensele doğru ilerleyen insan gerçekliğine ulaşması; varoluş sorunsalı içindeki insanın iç karmaşasından büyük bir evren çıkarması, onu özgün ve unutulmaz yazarlarımızdan biri haline getiriyor. Gittikçe “yaşanmaz” olan dünyada, her an “yaşayan” ve “ ölümsüz kalan” öykülerin ustasına selam olsun…
* Hülya Soyşekerci, Mavi Harfler Atölyesi, okuma notları, Komşu Yayınları, Haziran 2012, s: 44-50